Saturday, January 28, 2006

Kortun & Öğüt

Vasıf Kortun:
Ahmet, "Devrim" Vahit Tuna'nın Başkanın Arabası [The President`s Car] adlı işini hatırlattı.

"Başkanın Arabası", Vahit'in çocukluğuyla olan ilişkisinin yanısıra, İstanbul`a gelen lüks Amerikan arabalarının geçirdiği dönüşümü de izliyordu. 1940’ların sonlarından 1970’lerin sonuna kadar İstanbul bir emekçi kenti olarak. Amerikan arabaları, önce zengin ailelerde. Sonra taksi olarak, sonunda da boyları limuzin gibi uzatılıyor ve sekiz müşterili dolmuş gibi kullanılıyor. Bu arada kentin küçük atelyelerinde, dış kabuğu hariç yeniden üretiliyor, yani melezleşiyor. Endüstri yaratan ya da kendi araçlarını üreten bir kentten söz etmiyorum, bahsettiğim Dolapdere. Senin işinde de bir Cuhurbaşkanı var, bu sefer Truman değil Cemal Gürsel! Türkiye 1960 "devrim"inden sonra bir devrim daha yaparak araba üretiyor. Ne var ki bu tek örnek. Bu anlamda, nerdeyse bir heykel gibi "elle" yapılmış. Tipine bakarsan tam bir amerikan arabası. Türk Malı" ama, karayoluna geçilmiş; arabası, yedek parça, ve lastiğiyle ithalata dayanan bir endüstri inşa edilmiş, ne malı olsa ne farkeder?

Senin bulduğun bu işin boyutunu büyüterek yazıya kadar elle yapmanla arabanın elle yapılması arasında bir ilişki var mı? Çünkü her iki jest de "başarızlık" ima ediyor. Gitmeyen bir araba ve çizimin bir gazete “tarihte bugün” küpüründen duvar resmine dönüşmesinde gözle görülür bir değişim yaşanmaması. Başarısızlık, daha doğrusu ingilizcesi tabiriyle "futility", başarısızlık, edim sonunda bir şeylerin değişmemesi, hatta gereksizlik. Tüm bunları eleştirel anlamda kullanmıyorum.

Gene burada, Hakan Topal'ın Platform'daki konuşmanızın sonunda, "Devrim"i eleştirmesini hatırladım. Hakan, işin mesafe almadığını, yürümediğini söyledi. Sen de bu kadarının kafi olduğunu vurguladın. İki poziyon arasında sanatın statüsü üzerine ciddi bir fark var, ne dersin?

Ahmet Öğüt:
Aslında "Devrim" yan işlerimden biri. Bienal gazetesinde yayınlanmış olan "Tarihte Bu Hafta" çizimlerimin bir uzantısı olarak ortaya çıktı. Devrim otomobilin kendisi de bir yan sanayi işi. Malum, bir yan sanayi ülkesinde yaşıyoruz. Aynı işi görsün yeter, buna da tamah ederiz mantığı hükmünü sürdürmeye devam ediyor. "Devrim" otomobilin ortaya çıktığı döneme baktığımızda karşımıza çok kabarık bir sicil çıkıyor; 27 Mayıs 1960 darbesi ardından, 27 Mayıs 1961'de yeni anayasanın kabülü, Devrim otomobilin tamamlamasına bir buçuk ay kala Adnan Menderes hakkında verilen idam cezasının infazı ve askeri darbe ile başa gelmiş bir Cumhurbaşkanı; Cemal Gürsel. Ordu kökenli bir Cumhurbaşkanı'nın dört ayda üretilecek bir yerli otomobilin fetvasını vermiş olması beni şaşırtmıyor. Onun gibi cunta yönetiminden kalma generallerin hayal gücünü göz ardı etmemek gerekiyor. Söz gelimi bu paşalardan biri, yakın tarihlerde Hakkari'den Ankara'ya bir askeri dövmek için savaş uçağı ile uçup, aynı gün geri dönecek yaratıcılığa sahipmiş. Elbette yerli bir otomobilin üretimine karar veren bir iktidarı, bundan rahatsız olan Devlet Planlama Teskilatı'nın tasarruf inancını, muhalefetin tutumu ve otomobil piyasasında ülkeyi bağlamış olan Ford ve Chrysler gibi firmalar üzerinden tasavvur edilen komplo teorilerini ve yedek parça vesilesiyle yurtdışına akan dövizi akla getiren bir vaka ile ilgilendiğimin farkındayım, fakat benim ilgimi _çeken asıl nokta aracın ve hikayenin üretiliş biçiminin bilim-kurgusal yapısı. Başarı ile hazırlanmış ama işe yaramayan bir muska ya da güç motorları olmadığı için uçamayan bir uzaymekiği gibi. Bu anlamda Devrim sonraları üretimine geçilen Anadol'dan çok farklı. Anadol tasarlanmış ve sonrasında üretilebilmiş gerçek bir araba, fakat "Devrim" genel olarak arak bir araba, söylediğin gibi bir amerikan arabasını andırıyor. Yine de "Devrim"i ayrıcalıklı kılan tamamiyle elde yapılmış olması. Göz kararı ile hayal ederek, doğrudan prototip üzerinde çalışılarak el yordamı ile çiviyle çekiçle yapılıyor. Bu kendinden menkul üretim bana sanki, her zaman hayalini kurmuş olduğum bir üretim biçimini tarif ediyor.

Tıpkı 'Devrim" gibi, Vahit Tuna'nın "Başkanın Arabası"nı da sadece fotoğraflarda gördüm. Araba Sevdası, ifade ettiğin gibi Türkiye'de endüstri yaratmaktan ziyade temellük etme pratiği olarak gelenekselleşti. Bahsettiğin melezleşme şimdi de devam ediyor, "Doğan görünümlü Şahin" bunun günümüzdeki versiyonu.

"Devrim" Otomobili, 4cmx6cm ebatlarında minik bir fotoğraftan yaptığım çizimden yola çıkarak duvara büyüttüm. Bu şu demek; duvar resmini arabanın orjinalini görmeden kısmen hayalden yaptım. Tıpkı vagon fabrikasında mühendislerin tarifleri ile "Devrim" otomobilin parçalarını elde üreten işçiler gibi. Ondan yeni bir hikaye çıkarmak gibi bir niyetim yoktu. Hakan Topal'ın bir sanatçıdan beklediğini ima ettiği şey buydu; daha fazlası. Oysa ben sadece, zamanda ya da tarihte kaybolmak üzere olan bir "absürt nesneyi" yeniden el yordamıyla ikonlaştırmaya çalıştım (Bkz. Nuri Alço örneği). Üzerine konuştuğumuz şey bir başarısızlık öyküsü ve bunu "futility" bir tutumla vitrine koymaktan daha doğal birşey yokmuş gibi geliyor bana. Bence işin kendisi neyi gerektiriyorsa ona göre tutum takınmak gerekiyor. Bir ara Farhad Kalantary söylemişti "Ekmeğe yağı kıvamında" sürmek lazım diye.

VK:
Sanırım Hakan Topal, işin konuyla olan ilişkisini farklı okudu. Yani, işin konusunu bir taşıyıcı [transportör] olarak görüyor. Sen ise tutumun taşıyıcı olduğuna işaret ediyorsun, bu daha eğri bir bakış, farklı bir siyaset.

Peki, "Ölü Techizat Treni" videosu. Çalışmayan bir araba, gene bir “başarısızlık”. Ama arabayı iten, bir iki kişi değil, bir çok insan, öndekiler arabayı itiyor, arkalarındakiler ise arabayı itenleri itiyor, birbirine destek vererek, her beraber. Francis Alyss’in “İnanç Dağları Hareket Ettirebilir” [faith can move monutains] adlı işi vardı, bilirsin. Başlığı İncil’den geliyor. Alyss’in işinde 500 gönüllü, Lima yakınlarında ellerinde küreklerle devasa bir kum tepesini yeriden 10 santim kadar ileriye iterler. Cuauhtémoc Medina bu iş için “Çaresiz bir durum abzürd bir çözüm ister” der. Aklımı başka bir tarafa taktım farkındayım işin kendisinden çok çaresizlik ve abzürdlükden tiyö aldım.

AÖ:
"Ölü Techizat Treni", önde arabayı itenler yetebileceği halde, arkadan gelenlerin de birbirlerini itmesi ile bir “çaresizlik” ya da “başarısızlık” hikayesinden daha öteye gidiyor. Videonun kasvetli ismine dönersek; kıymetten düşmüş endüstriyel yahut askeri dev araçları taşıyan trenler bunlar. Bir çeşit hamal gibi; fakat gereğinden güçlü bir hamal. Bir tabutu taşıyanlar da gereğinden fazladır. Bunun nedeni artık taşınan şeyin dünyevi birşey olmaması, başka bir şeye dönüşmüş olmasıdır. Arabayı itenler de gereğinden fazlalar. Demek istediğim videoda araba başta kendi gider gibi gözüküyor, fakat onu itenleri ve birbirini itenleri fark ettiğimiz anda, iten de itilen de bambaşka bir şeye dönüşüyor. Böylelikle eylem amacını ıskalamış oluyor ve kendi anlamını yaratıyor. Yani görünüşteki amacından öte kendi anlamının (inancının) peşine düşüyor. Absürd Tiyatroda olduğu gibi, oldukça kötümsermiş gibi gözüken bir durum, yılgınlık, çaresizlik, başarısızlık ve grotesk olandan feyzalarak yeni bir “umut” aralığından bahsetmeye çalışıyorum. Arabayı itenleri birbirine kenetleyen inanç da buradan geliyor; her şeye rağmen kolektif bir rüya görmek.

VK:
Anladım ama burada bir sorun var, buna ölü teçhizat treni dersek olur ama İngilizce başlığın ikili duruşu var, bir şarkının adı aynı zamanda ve bunu bilmemize imkan yok.

Bir de fotoğraflarını sormak istiyorum. Osman Doğu Bingöl ile birlikte yaptığınız fotoğraflarda da benzer bir hal var ama orada video ya da duvar resminde olduğu gibi bir kararlaştırılmış bir durum yok, daha hercai bir abzürdlük sahneye konuyor. “What a Lovely Day” de ise hayal ediliyor. Tüm bunu sistematikleştirmek ve her işe yaymak adına sormuyorum ama neredeyse her işini kesen, kendini aşağılamayan bir abzürdlük ve gittikçe bol katmanlı bir nüktedanlık söz konusu. Açabilir misin bu meseleyi biraz daha? Bir de henüz gerçekleştirmediğimiz asfalta gelelim. Galeriyi asfaltlama, açılışta içi tıkabasa yolcu dolu bir belediye otobüsünü galeride sergileme, şehirlerarası otobüslerin valiz kompartmanında uyuyanlar fotoğrafları, vb. Nedir bu karayolları tutkusu? Göçebelikten, şehiriçi ve şehirlerarası otobüs yolculukları dışından, deneyimlemeden öte neler var onları merak ediyorum.

AÖ:
Evet “Death Kit Train” Cul De Sac’in bir şarkısının adıydı. Şarkının kendisi ve adı ile benim video arasında tesadüfi bir ilişki sezinlemiştim. Bir bakarsın, şarkıya rast gelen birileri de benzer bir analoji kurar. Olmazsa olmaz da değil tabii.

Karayolları tutkusu? Çok eskilerde değil daha üç yıl önce bir gün Güney Ekpres’le Ankara’ya gidiyordum. İstanbul’dan ayrılalı iki saat olmuştu ki tren durdu. Geceydi ve dışarda felaket kar yağıyordu. Tam onbeş saat orada beklemek zorunda kaldık. O onbeş saat benim için hiç bitmedi. Her gün Avrupa yakasına geçerken de trafiğe bakıp; “nasıl oluyor da dünyayı kendimize bu kadar dar edebiliyoruz?” diye kendime sorup duruyorum. Artık formülün yol=hız\zaman’dan çok daha karmaşık bir şey olduğunun farkına vardım. Merakımı diri tutan da bu sorunun cevabına takılmam; mesafe ve zeitgeist benim için ne ifade ediyor?

Asfalta gelince; kamu ve devletle ilişkili kurumsal bir anlamı var. Taşradan kesin çizgilerle ayrılıyor. İdeolojik de aynı zamanda. Bakınız mesela, dünyanın en çok petrol üreten ülkesi Suudi Arabistan’da doğru düzgün asfaltlanmış yol yok. Bana göre asfaltın anlamı şu; devlet tarafından tanımlanmış, güvenli zemin, yer. Sanat galerisine asfalt dökmek istememin sebebi ise, sanat mekanını kamusallaştırmak dışında bir yandan da bu güvence ile ilgili. Üzerine basmakta çekinilmeyecek, hatta belki de varlığı gözden kaçabilecek bir güvence (yapıt).

Osman Doğu Bingöl ile birlikte yaptığımız fotoğraflara dönersek, herşey tamamiyle spontan gelişmişti. Göstermelik bir vandallıkla çevremiz ve birbirimizle absürd bir diyaloglar ağı yaratmaya çalışmıştık. Anlık refleksler gibi. “Ne Hoş Bir Gün” ise telapatik bir iş. Bahsettiğim şey “empati” değil. Argümanı coğrafi bir ruh halini işaret ediyor: Potansiyel suçluluk duygusu. Videoda sorgulanan ögrenci de kendine ait olan bu duyguya tanıklık ediyor. Tıka basa yolcu otobüsü ya da K2 Sanat Merkezi’nde gerçekleştirdiğim, açılışta esnasında sınav olanlar, gibi diğer işlerim ise beklenmedik bir karşılaşma üretiyorlar.

kaynak: www.platformgaranti.blogspot.com

Thursday, January 26, 2006

Shiftscale– Sculpture at the Extended Field


Shiftscale – Sculpture at the Extended Field
The opening exhibition of the KUMU Art Museum in Tallinn

KUMU Art Museum of Tallinn
18 February – 30 May 2005
www.ekm.ee

Shiftscale, the opening exhibition of KUMU, is the largest international contemporary art exhibition ever organised in Estonia. About 30 artists from around the world are taking part in this exhibition. Participation of several key names of the contemporary art world together with very many artists from the region guarantees wide international attention. Among the invited artists are:
Chris Evans (Great Britain),
Superflex (Denmark),
Cevdet Erek (Turkey),
Markus Copper (Finland/Germany),
Kaisu Koivisto (Finland),
Anssi 8000 (Finland),
Kosmos (Estonia),
John Ruppert (USA),
Pipilotti Rist (Switzerland),
Arturas Raila (Lithuania),
Olafur Eliasson (Germany),
Helena Johard (Sweden),
Karsten Konrad (Germany),
Hans Hemmert (Germany),
Serkan Ozkaya & Ahmet Ogut (Turkey),
Anders Krüger (Sweden),
Gints Gabrans (Latvia),
Huang Yong Ping (China/France),
Tommy Støckel (Germany/Denmark),
Kaisaleena Halinen (Finland),
Gediminas Akstinas (Lithuania),
Anu Põder (Estonia),
Marko Laimre (Estonia),
Ojars Feldbergs (Latvia),
Neeme Külm (Estonia),
Veronica Brovall (Germany),
Heli Ryhänen (Finland)

Shiftscale aims to take a critical but constructive look at contemporary sculpture, and to redefine the traditional concept of a sculptural monument as something static and permanent, by offering creative and innovative ways of thinking about the production of three-dimensional art. It offers means to think about who you are, where you are, and with whom you are. It is, in short, about being in the world.

Shiftscale will open in mid-February 2006, and last for four months. It extends from KUMU’s contemporary art floor to the museum’s temporary exhibitions hall, as well as the city space in Tallinn.

In connection with the exhibition a catalogue, a booklet and an anthology of theoretical texts will be published. A conference focusing on the extended notion of sculpture will also be held during the opening months.

The curators of the exhibition are Mika Hannula, Villu Jaanisoo, Hanno Soans and Anna Mustonen.

Tuesday, January 24, 2006

Kantürk,Ögüt,Absalon,links